Türkiye’de postmodern edebiyatın en güçlü temsilcisi olarak görülen Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar romanıyla günümüzde de sıkça konuşulmaya devam ediyor. Yazarın Tutunamayanlar’dan sonra ikinci eseri olarak kaleme aldığı Tehlikeli Oyunlar, bireyin toplum ve kendisi ile olan sorunlarını ele alıyor. Başkahramanın kişiliği bakımından Tutunamayanlar ile aynı düzlemde ilerleyen roman, bu yönüyle Atay’ın “anlaşılamama” kaygısını yeniden ve güçlü bir şekilde vurguluyor.
Bu sözleri unutamam artık; bütün geleceğimi kararttın. Oysa, kitaplardan söz ederken sesin ne kadar farklıydı.
İçimde bir boşluk var; perşembe sabahları, okula gitmek istemediğim sırada duyduğum korkuya benzeyen bir boşluk.
İşte bu ahşap evimde, bir gece için de olsa, seni barındırıyorum; bir işe yaradığımı hissediyorum. Son zamanlarda neye yaradığımı pek bilemiyorum da. Belki yarın sabah soğukta uyanmanın bir anlamı olur, sana çay pişirmek gibi.
Bir durumdan başka bir duruma nasıl geçtiğimi zaten bir türlü kavrayamam. Mesela, karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım? Siz hiç görebildiniz mi?
Üzülme. Evimizin önünden aynı çamur geçiyor. Aynı güneş, çamurumuzu toz ediyor.
Oysa ben, bütün cümlelerin baş tarafını kaçırdığımı çok iyi biliyordum; oyuna geliyordum.
Ve bütün sözlerimi yarıda kesmesine izin verdim. Ben ki, bu konuda kimseye yetki vermemişimdir.
Seni görmek istiyordum kısacası. İnsan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir, avunabilir, hayal kurmaya devam edebilir. Sen anlamazsın tabii. Anlamak için insanın bazı eksik yönleri olmalı.
Bazı insanların, bazı şeylere hiç hakları yoktu: ne var ki, insanlar da en çok bu hiç hakları olmayan şeyleri yapıyorlardı.
Hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.