Zweig bu novellası’nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa ve yoğun hikâyesi, kadın kalbinin sırlarına ermiş ustanın kaleminde olağanüstü bir anlatıya dönüşür. Yapıtı için mekân olarak muhteşem atmosferiyle Fransız Riviera’sını seçen Zweig, 1920’li yılların sonlarında Avrupa’nın “kibar” tabakasının ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla dikkat çeker.
Bazı şeyleri ya anlarız ya da anlamayız, belki de tüm bunları tam olarak anlamak için Yanıp Kül olan bir yürek gerekiyordur..
Minnettarlık; insanlarda bu duyguyu görmek çok enderdir ve özellikle en çok minnet duyan insanlar bu minnetlerini ifade edemezler..
İnsanları yönetmek, düzene sokmak yerine onları anlamaktan daha büyük sevinç duyarım.
Acıların tamamı korkaktır, yaşamaya dair güçlü istek karşısında geri adım atarlar çünkü bedenimizi çepeçevre saran yaşama isteği, ruhumuzdaki ölüm tutkumuzdan çok daha güçlüdür.
Aşırılığın hâkim olduğu anlarda insanın olağanüstü gergin doğası insanın üzerinde öylesine trajik bir ifade yaratır ki, onu o anlarda tıpkı aniden çakan şimşeğin hızı gibi ne bir resim ne de bir söz betimleyebilir.
Bir insan için bütün yaşamınızı bir kenara itiyorsunuz, o ise elinin tersiyle kayıtsızca kovduğu bir sinekten daha fazla değer vermiyor size.
Birbirimizden iki metre uzaklıkta nefes alıyorduk: Gözlerimi ona dikmiştim, fakat o beni fark etmemişti. Beni görmüyordu, hiç kimseyi görmüyordu.
Kibirle, şımarıkça, ruh, fikir, duygu dediğimiz, ıstırap dediğimiz şeylerin aslında ne kadar da zayıf, zavallı, acı veren şeyler olduğunu korkuyla hissediyorum.
Yeryüzündeki hiçbir şey bir insanın çaresizliğini, kendisinden böyle tamamen vazgeçtiğini, canlı bir ölü haline geldiğini bu hareketsizlik kadar sarsıcı bir şekilde ifade edemez.
Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnızız...