Bu son derece çarpıcı çöküş öyküsü, XV. Louis döneminde Fransız sarayında epey etkili olmuş aristokrat bir kadının gerçek yaşamına dayanır. Madame de Prie günün birinde gözden düşer ve kral tarafından Normandiya’ya sürülür. İktidar sahibi ve ilgi odağı olduğu hareketli ve eğlenceli Paris günlerinden sonra, ne kadar süreceği belli olmayan, kendisiyle baş başa kalacağı bir sürgün dönemi beklemektedir onu. Ancak iktidar savaşları, entrika ve eğlenceden ibaret boş saray hayatı varoluşuna anlam katan tek şeydir. Hem kendini hem çevresindekileri sürekli kandırma eğilimindeki bu sığ ve kibirli kadın, malikânesinde gösterişli eğlenceler düzenleyerek Paris’teki hayatını yeniden canlandırmaya çalışır. Giderek mantıklı düşünme yetisini bütünüyle yitiren Madame de Prie, yeniden bütün dikkatleri üzerine çekebilmek için inanılmaz bir plan yapar.
Yürüdükçe yürüdü, adım atarken uzuvlarını ritmik bir biçimde gevşetmenin nasıl büyük bir haz olduğunu yıllardan sonra ilk kez hissetmesi gibi, sarayda yaşadığı günlerde sade yaşama dair unuttuğu her şeyi kendinden geçerek yeniden keşfetti.
.. Uzanmış , öylece önüne bakıyordu , konsolun önündeki saatin nihayet devreye girip çalmasını bekliyordu yalnızca .. Ancak saatlere söz geçmiyordu ; sövgülerle ricalarla , altınla kışkırtılamıyor , dairesel turlarını miskin miskin atıyordu ..
Sıcak gözyaşlarının buz kesmiş yanaklarından süzülmesini hissetmenin ve korkunç sessizlikte kendi hıçkırıklarını duymanın sancılı lezzetine gönülle teslim oldu ..
O da kadınların çoğu gibi tümüyle başkalarının ruh halinden beslenirdi. Arzulandığı zaman güzeldi, zeki insanların arasında nüktedandı, gururu okşandığında kibirliydi, sevildiği zaman aşıktı..
Bir insanın diğer bir insan için neler ifade edebileceğini hiç bilmemişti çünkü daha önce hiç yalnız kalmamıştı. İnsanları her zaman varlığı hissedilmeyen hava gibi değerlendirmişti ancak şimdi boğazı yalnızlık ile kaplı olduğundan onlara ne denli ihtiyaç duyduğunu ve her ne denli yalan söyleyip aldatsalar da sonuçta insan olduklarını, onların rahatlık, güven ve mutluluk verdiğini anladı.
Kalabalığın içinde onlarca yıl yüzmüş ama bu kalabalığın onu besleyip büyüttüğünü asla anlayamamıştı. Ama şimdi bir balık misali yalnızlık kıyısına vurmuştu. Ümitsizlik ve köklenmiş acılar içinde çırpınıyordu. Hem üşüyor hem ateşler içinde yanıyordu...
Tek bir insanın diğeri için neler ifade edeceğini hiç bilmemişti, çünkü hiç yalnız kalmamıştı.
Demek ki geçici bir kırgınlık değil, kalıcı bir sürgündü: Bu onun idam hükmüydü, oysa yaşamayı seviyordu...
Yaşamın hazzı ve aldatmaca yüreğini yeniden deşmişti. Savrulup atılan, toprağın üzerinde kıvrılıp bükülen ve üzerine acıyarak basılan bir mum ışığı gibi seğirerek sönmek değil, büyük alevler çıkaran bir keyif yangınında sanki rastlantıymış gibi son bulmak istiyordu. Uçuruma dans ederek düşmek istiyordu.
Onun aynası, onu arzulayan erkeklerin ışıldayan gözleri olmuştu.